27 Eylül 2011 Salı

tuzla buz

Dilim uyuşuk benim
dilim kesilmiş zamanında
iki kere iki dört dedin
kekeledim

ama gülümsettim kaç defa
kaç defa sesin yankılandı kulaklarda
kaç defa inlettim
kaç defa topladım seni
kaç defa tat verdim
arkana yaslandım kaç defa
hiç korkmadan güvendim
kaç defa saçını okşadım
sonsuzmuşcasına
hiç bitmeyecekmiş gibi
geceleri ağladım bitmesin diye
kendimi bitirdim
seni bitiremedim

sana dayatılan hayata kafa tuttum kaç defa
kendimi dayatmamak için kaçtım usulca
beceremedim
dudaklarımı gömdüm gözlerine
sözlerimi gör istedim

ben daha eksiktim fazlalıklardan
seninle ölmek istiyorum dedim
ben seninle yaşamak istiyorum dedin
zamana sözünü geçiremedin

dirseklerim dizlerim kanıyor
kalbimdeki yaraları iyileştirdim
bin doz öfke yerine
bin doz sevgiyle geldim
sevemedin

dilim uyuşuk benim
dilim zehir
kelimeleri bin parça ettim
meyve bıçağı kullanmışım
affedemedin

sınırı yok bu işin
sınırlar an'da
kulaklarımda hep
seni seviyorum deyişin
yıkık evim
yatağım yarama tuz
duvarların rengi önemsiz
duvarlar yok
duvarlar tuzla buz !



21 Şubat 2010 Pazar

Dokunmak

Gerçekliğe karşı içgüdüsel nefret : Aşırı bir acı ve uyarılma
duyarlılığının, her dokunuşu çok derinden duyumsadığı için artık
«dokunulmak» istemeyen bir duyarlığın sonucu.

12 Şubat 2010 Cuma

Yaftalanan hayat seni seviyorum

Yaftalamak pek söylemezdik bu sözüğü taa ki Zaman gazetesinin reklamına kadar.. Durduk yerde ben bunu yapmadım demek de yapmış olduğunu gösterir derdi bi hocamız... Onlar için bunu düşünmek gerek herhalde...
Biri size şöylesin diyor ve evet öyleyim de aslında değilim deyip bunun mücadelesini veriyorsanız farklı koşullarla savaşıyorsanız acınızı en son delirip gülmekte bitiyor. Her neyle uğraştıysam neye hassasiyetim varsa onla yaftalanıyorum. Hayata karşı duyarlılık hastalığı.

Düşüncenin pek bi değeri yoktur eylemlerdir aslolan der büyükler ama düşünmeden edemezsiniz ve bir işaret belirir. Tam o anda tekrar yaftalandığınız şey olmadığınız aklınıza geliverir.

Her şey bitti zor artık derken mutsuzluğun dibine vurmuşken önümde yaşlı bir kadın düştü ve ben onu tutabildim. İşe yaradım lan oley be dedim...Bu tabi yaftalandığım şey değildi ama yine de kendimi iyi hissetmiştim hayata dönme işareti...

İyi kötü ahlak doğru yanlış hata pişmanlık bunlarınne saçma olduğunu ve aslında uydurduğumuzu düşünürken aslında hiçbirinin öneminin olmadığını fark ettim. Her şey insanların egosu için var. Nasıl kendinizi iyi hissediyorsanız. Hayvandan ayrıldığımız insanlık bizi daha aşağıda kılıyor aslında. Çünkü

— Konuşabilen bir hayvan şöyle demiş:

“İnsancıllık, en azından
biz hayvanların acısını çekmediği bir
önyargıdır."



Sevgi hakkında pek bi düşüncem yok. Sadece seviyorum o kadar. Bir var bir yok çünkü. Kolun kesilmiş gibi hissetsen de sevgini söyleyemesen de kendine yine kendin kalıyorsun. Gereksiz hallerle uğraşmak, salt olanın ne olduğunu bulamamak, her şeyin bir çıkar savaşına döndüğünü görmek... Amaçlarla, araçların sapıtması seni çileden çıkarıyor.

Tam ağlarken gülmek hayata kocaman gülebilmek sanırım yaşamak bu!!!!!!!

Keni dünyana sahip olmak, inadına yenilmemek, ve seni ne kadar az insan anlıyor. Bunun özel bir şey olduğunun farkına varmak aksi takdirde bir değerin olmazdı. Niçe okurken hazdan gebermek. Hayat seni seviyorum karar verdim ve cinleri. İnsanlar için bir şey diyemeyeceğim.

Çevremde cinler olsun isterim,
çünkü yürekliyim ben.

Hayaletleri
kaçırtan yüreklilik,
cinler yaratır kendine...
Yüreklilik
gülmek ister.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Yalnız kalsın dediğin birine

Sürümcemede şeylerden oldum olası sıkılmışımdır. Sen serin kalmak isterken birinin yalnızlığı seçmek istediğini de öğrenmek oldukça hoş!
Nedir peki yalnızlık? Mesela şu an evde muhabbetin dibine vurduk ve sabah 5 suları ama ben önümdeki bu sayfayla paylaşmayı tercih ediyorum düşüncelerimi? Ben şimdi yalnız mıyım?

Ya da birbirine bağlı hissederken yine düşüncelerim bana kalmaycak mı? Aslında paylaştığım o an! Ben değilim. Düşüncelerim duygularım değil. Kendi kendini deneyimliyorsun aslında. Bu konu hakkında böyle düşünüyormuşum diyorsun. Buna bu duyguyu besliyormuşum diyorsun. Sevmek ne peki? Emek gördüğün yere meyletmek.

Ayrılık? Yalnız kalma istemi. Neyden yalnız kalıyorsun. Kendinden... Huzur istemen kendine tahammül edememen.

Bunları neden düşünüyorum ki? Ne için?
Yine bir şey çözümledim. Nedenlerin bazı sonuçları doğurması durumu ve durumların senin davranışlarını değiştirmen gerektiğinin sinyallerini vermesi..

Eee kızım ama sen busun. Bu senin istemin. Gücün. Düşüncen. Başka bir güneşe yine parlarsın ve parladıkça kendi ışığını görürsün!!
Ölene dek ya da yaşayana...

24 Ocak 2010 Pazar

the Pin Cushion Queen


Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
yitirdim mi yoksa masumiyetimi?

Ben kendimi arıyorum şimdi çocukluk fotoğraflarımda. Kendimi bulmak için geldim bu uçuruma..Kendimi bulmaya diye haykırmıştım ona da.. Haykırmam bundan sonra bir yabancıya...

Kendimi tekrar keşfetmek için uçurumda açtım yurdum dedim bu yere. Kafamdaki cümleleri yakalayamıyorum bile uçurumdan akıyorlar..Onları tutamıyorum. Tutarsızım. Özeleştiriyorum derken bir arslan gibi kükreyip kendimi savunuyorum. Oysa tek amacım cesurca atılmak ateşin içine. Yine olmuyor. Başaramıyorum. Bu kadar denemişken ve başaramamışken suç başka kimsede olamaz diyorum. Sabırsızlanıyorum. Bekleyemiyorum. Güven diyorlar. Güvenemezken güvenlerini de kırıyorum. Şımarığım. Umursamazlığın içinde kendi küçük değerlerim için savaşmışım ben. Gerçekliği yitirmişim. Sanki bir Tim Burton karakteriyim. Kalbine iğneler batırılmış masumiyeti yitirilmiş bir bez bebek. İğneleri savunmaya başlamışım.. Ya da ellerim makas olmuş sevindirirken yaralamışım.

Buraya geldim ve bir şeyler eksik. Kabuslarıma girdi? Uğraşacağım bir insan yok. O yok. En sevdiğim ama hiç ulaşamadığım insan yok. Yeni birini de yaratamadan öldürdüm. Onda o şevkati bulmalıydım önce:

Ayak parmaklarım üşüyor anne onları ısıtacak kimse yok.





Life isn't easy
for the Pin Cushion Queen.
When she sits alone on her throne
Pins push through her spleen.

3 Ocak 2010 Pazar

sana büyük bir sır söyleyeceğim


sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin
zaman kadındır gönlü çelinsin ister zaman
hep okşansın diz çökülsün hep
dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına
taranmış
bir upuzun saç gibi zaman
soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi
zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi
ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın
bu durdurulmuş zamanın işkencesi mavi çanaklarda kan gibi
bu göz susuzluğundan sen yürürken odada
bense bilirim büyüyü bozmamak gerektiğini
daha beter seni kaçak
seni yabancı bilmekten
aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan
tanrım ne ağırdır sözcükler asıl demek istediğim bu
hazzın ötesinde taşındı sevgim hiçbir zararın erişemeyeceği yerde bugün
sen ki benim saat-şakağımda vurursun
boğulurum soluk alıp vermesen
tenimde bir duraksar ve yerleşir adımın
sana büyük bir sır söyleyeceğim her söz
dudağımda bir dilenen zavallı
acınacak bir şey ellerin için kararan birşey bakışının altında
işte bu yüzdendir sık sık seni seviyorum deyişim
boynuna takabileceğin bir tümcenin o parlakca kalp kristali
kaba konuşmamdan gücenme benim bu konuşma
ateşte şu tatsız cızırtıyı çıkaran sudur o kadar
sana büyük bir sır söyleyeceğim bilmem ben
sana benzeyen zamandan söz açmayı
bilmem senden söz açmayı bilir görünürüm
tıpkı uzun bir süre garda
el sallayanlar gibi gittikten sonra trenler
bilekleri sönerken yeni ağırlığından gözyaşlarının
sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri
el kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
sevgilim.

Louis Aragon

26 Kasım 2009 Perşembe

İki rüya

Rüyalarla yaşayanlar bilirler, eğer uyumak için vaktiniz varsa, son raddesine kadar, beklediklerinizi görmek istersiniz... Bir cins tatmindir bu, gerçekte yaşayamadıklarınızı görüp mutlu olursunuz... Ama bu yine de içinizde küçücük de olsa bir ümit taşıdığınızı gösterir. Ama..

Ya kayıpsam? Hiç olmamışsam... Amacım suda yüzmeyi başarmış yavru bir kediyi kurtarmaksa?


Her şey ne kadar hızlı değişiyor... Bir hafta önce, gece doğan bir güneş görmüştüm. Hem de ufuk çizgisi denizle eşti, ben bir uçurumun kenarından bakıyordum güneşe, ama o bildiğimiz güneş değildi, saniyeler de sürse, o aydınlanmayı, o büyülü renkleri içime çekmiştim. Rüyalar göstermişti bana umudu, birlikteliği, insanı tüm kötü duygulardan arındıracak düzeydeydi...

Bir hafta sonra...

Bir akvaryum keşfediyorum. Keşfetmek ya da bulmak... Bu akvaryumu bir kutuya kitlemişim ben, ama hatırlamıyorum. Kilidi açtığımda ise, içinde türlü türlü deniz yaratıkları yüzüyor. Turuncu balıklar, yengeçler, kaplumbağalar, deniz yılanları, ama o da ne diyorum, yavru tekir bir kedi! Bunun burda ne işi var? Çok korkuyorum onun için, akvaryum büyük ve yüksekte asılı duruyor, ona uzanamıyorum. Oysa bana bakarak patilerini olağanca hızıyla çırpıp yüzüyor, hem de derinlerde, yüzeyde değil, yüzünde bir gülümseme var... Bana bulaşma, ben böyle iyiyim dercesine... Ellemiyorum, zaten istesem de uzanamam ve bakıyorum ki bu küçük kedi suda yüzmeyi öğrenmiş...

Uyanıyorum, anlıyorum o yavru tekir kedinin kim olduğunu... Kedicik yüzüyor, yanımda sıcacık göğsümde olmaya ihtiyaç duymamış. Onu rüyalarımda yalnız bırakmayacağıma söz veriyorum. Cam çerçeveler ardında, ulaşılmaz olsa da...